Can yayınlarından bir kitap yayınlandı. Otopsi. İlk baskısı Aralık 2018’de yapıldı. 69 sayfalık bir roman. Kahramanı bir kadın belki de tüm kadınlar. Yazarı Özge Lena, 1981 doğumlu genç bir kadın, anne, eş, evlat, iş kadını, yazar…. İlk baskısı kısa sürede tükendi. İkinci baskısı yapıldı.
Sadece bir okur olarak beni hayli etkileyen romanla ilgili duygu ve düşüncelerim paylaşmak istedim. Kitabın konusu, bir kadının toplum tarafından ona yüklenen sorumlulukların ağır yükü altında taşımak zorunda olduğu tüm maskelere rağmen ruhunun derinliklerine kadar inen cesur, hatta çok sert hesaplaşma kendisiyle yüzleşme süreci, kendi olma, kendini keşfetme yolculuğu. Öyle bir yolculuk ki ruhu defalarca paramparça oluyor, kanıyor, duvarlara çarpıyor, çok acı çekiyor, isyan ediyor, düştüğü boşlukta varoluş mücadelesi veriyor. Kendine dayatılan zorunlu rollerden kaçmak kurtulmak sadece yazmak istiyor. Boşluk dört yanında ve sürekli rüyalarına sızarak onu çağırıyor sonunda Kuzey ülkesindeki ıssızlığın ortasında bir taş evde kendini, kendini ararken buluyor. Sürekli onu çağıran susarak konuştuğu tablodaki yaşlı kadına daha fazla direnemiyor.
Yazarı ilk kez okudum, anlatımı çok güçlü, çok sade, sade olduğu kadar derin, sarsıcı, etkileyici. Yazar, çoğu kadının düşündüğü, yaşadığı, hissettiği ancak anlamlandıramadığı ya da anlamlandırıp kendisine bile itiraf edemediği yalın gerçekleri bir tokat gibi yüzünüze çarpıyor. Zaten sık sık romanın içine giriyor, oradaki kadın oluyorsunuz, ruhunuz kendi boşluğunuza istemsizce düşerken kendi öykülerinizle, hayatınızdaki rollerinizle, sorumluluklarınızla, hissettiğiniz ya da hissetmediğiniz her duygunuzla kısaca kendinizle yüzleşiyorsunuz. Bir bakıma bir türlü karşısına geçemeye cesaret edemediğiniz aynayı getirip size tutuyor roman. Bir kadının ruhunun çığlığını en iyi yine bir kadın duyuyor, anlıyor ve size duyuruyor.
Kısaca, İtiraf edemediğiniz çelişkilerinizin, o korkunç boşluğunuzun, yüzleşemediğiniz gerçekliğinizin, anlamlandıramadığınız varoluş mücadelenizin, yapamadığımız seçimlerin ve kağıda dökemediğiniz kelimelerin keskin kalemi olmuş yazar.
Son olarak romandan bazı bölümler seçtim yazarın güçlü anlatımını ancak yazarın kendi cümleleri ile örnekleyebilirdim.
Ruhunu arayan kadınlara…
“Hep bir şeyler eksik. Bazen bir anı, bazen bir his, bazen kendilik. Ve bazen de bir kelime, bir imge ya da bir yaşam. Yaşamın içinde bir düşünce. Düşüncenin yanında bir eylem. Eylemin yanında bir isyan. Eksik olan, içimizde bir boşluk suretinde var oluyor.”
“Kadının bir kimliği yok. Kimlikleri var. Sahte benlikleri. Onların keşmekeşi arasında kendini bulmak için bir mezar kazıcının titizliği ile çalışması gerek. Tırnaklarıyla yılmadan içini kazıması. Sonunda ya diri diri gömülmüş bir ruh bulacak ya da ölmüş olacak.”
“Kadın… Kendini kaybetti artık, kendiliği kayıp… Kadın artık yapay bir yanılgı. Sentetik bir sanrı. Ailesinin, işinin ve herkesin ona dayattığı her şeyi kabul ediyor, hepsine boyun eğiyor…”
“Sonra bir kadın o boşluğa düşüyor. Düşmesi olanaksız biri gibi görünüyor.Her şeye sahip. Bir aileye, bir işe, bir çocuğa. Yüreğe ve akla. Herkesin ulaşmak için çırpındığı şeyler elinin altında. Bir karnaval olması gereken yaşamı boşluğun dişleri arasında parçalanıyor. “
“Tüm dünya yazamayacağını yüzüne haykırıp alay etse de işte kendi kelimeleri bunlar. Yirmi dokuz harften mürekkep. Farklı şekillerde dizdiği ve yeni baştan dizerek hikâyesini doğurduğu yirmi dokuz tanrıçaya tapıyor artık. İnsanlardan uzak; kelimelere yakın. Şükür.”
Romanın son sayfalarında anlatılanlar ise çok sarsıcı, çok etkileyiciydi. Tüm duygularımı allak bullak etti, ters yüz oldum, her şey küçük kızın boşlukla ilk yüzleştiği an yine yeniden başladı.
“Boşluk çok büyük, boşluk çok derin. Ve o çok küçük, korkuyor.”
“Boşluk hemen yanı başında beklerken, kadın onu görmezden gelmeyi öğreniyor. Derin nefes alarak, içerek, uyuyarak, kusarak, en çok da yazarak onu unutmaya çalışıyor. Boşluktan kaçmak için duvarlarını kendi elleriyle özenle örüyor. Yıllarca, umut ve sabırla. Ancak ne yaparsa yapsın rüyalarından kaçamıyor. Düşleri hep ve tam orada. Boşluğun ortasında taştan bir ev. Issızlıkta, tek başına. Evde bir tablo. Pencerelerin arasında. Tabloda yaşlı bir kadın. Öylece ona bakmakta. Yüzlerce kez, içinde kar taneleri olan bir kaleydoskobun içinde dönüp duran bir ruh. Çığlıklarla uyanılan geceler.
Gözyaşları ve terle. Boşluk rüyalarından sızıp onu çağırıyor, şehvetle.
Otopsi, bir kadının iç dünyasındaki derin çelişkileri anlatıyor. Onu yazmaktan, dahası kendi olmaktan alıkoyan kimliğini, sorumluluklarını irdeleyen kadın, bir yandan da annelik görevleriyle yazma tutkusu arasında bölünür. Çocukluk travmalarıyla, toplumsal baskılara karşın yazma tutkusuyla gelen gerilim, içinde büyüdükçe büyür ve bu hesaplaşma onu giderek varoluşsal bir seçim yapmaya zorlar. Söz konusu olansa boğucu günlük yaşamı ile yazmak, başka bir deyişle, esaret ile özgürlük arasında bir seçimdir…”
-Tanıtım Bülteninden-
ÖZGE LENA, 1981’de Keşan’da doğdu. Edirne Anadolu Öğretmen Lisesi’nin ardından Hacettepe üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi Bölümü’nü bitirdi. Bir süre İngiltere’de yaşadıktan sonra aynı bölümde yüksek lisans yaptı. Çeşitli dergilerde öyküleri yayımlandı. İstanbul’da yaşayan yazar evli ve bir çocuk annesidir.
Yazar | Özge Lena |
Yayınevi | Can Yayınları |
Yayın Tarihi | Şubat 2019 |
Türü | Roman |
Sayfa Sayısı | 72 |