İnsan yaşadıkça anlıyor ki, kendi kayığını kendin çekmezsen bir yerlere gidemiyorsun!
Katharine Hepburn
Sinemada hemen her zaman inatçı, dik başlı, erkeklere kafa tutan, onlarla eşit olduğunu kanıtlayan karekterlere hayat veren Katharine Hepburn, gerçek yaşamında da aynı özellikleri sergiliyor desek, yanılmış olmayız. Dünyasının en iyi oyuncularının başında geliyor Hepburn. Connecticut eyaletinin Hartford kentinde 1907 yılının 12 Mayıs’ında doğan yıldız, varlıklı bir ailenin iki çocuğundan biriydi. Annesinin feminist düşünceleri, küçük yaştan itibaren Kate’in yaşamında etkisini gösterdi. Erkek kardeşi Tom ile çok yakındılar. Ancak Tom, 14 yaşında oyun amacıyla kendi asarken öldü. Yıllar sonra Katharine, erkek kardeşinin doğum günü olan 8 Kasım’ı kendisinin doğum günü olarak ilan etti. Kendini bildi bileli kemikli, zayıf bir kız olan Katharine’nin küçükken çok utangaç olduğu söyleniyor. Bryn Mawr Kolejine yazıldıktan sonra burada oyuncu olmaya karar verir.
Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, ‘iyi bir oyuncu kulis tozu yutmalıdır’ ilkesinden hareketle tiyatroya adımını atar. Fakat, belki de zayıf ve kemikli yapısı onun hep geri planda kalmasına neden olur. Ancak talih yine de onun yüzüne güler. Hollywood’un umutsuzca yeni yıldızlar aradığı 1930’ların başında, RKO şirketinin dikkatini çeker, o da bu fırsatı gayet iyi kullanır. İlk filmi olan “A Bill of Divorcement – Bir Boşanma Faturası”nda John Barrymore gibi efsane olmuş bir oyuncunun karşısında hiç ezilmez; aynı zamanda tüm kariyeri boyunca yakın dostu ve en güvendiği yönetmen olarak kalacak olan George Cukor’u tanımış olur. Üçüncü filmi “Morning Glory – Sabah Zaferi” ile de bir Oscar ödülü alır. Sinema dünyası yeni bir efsane ve önemli bir yıldızla tanışmıştır artık…
Başarılı filmler birbirini izler: “Little Women-Küçük Kadınlar”, “Spitfire-Aşk Kıvılcımı”, “Alice Adams”, “Sylvia Scarlett”, “Mary of Scotland-İskoç Kraliçesi Mary”, “Quality Street-Yarım Kalan Sevgi”, “Stage Door-Sahne Kapısı”. Bunlardan bazıları dönem gereği pembe dizi atmosferi taşıyan aşk filmleriydi. Ama bunlara bile kendi karizmasını, havasını katabiliyordu. Diğer filmler ise kişilikli öncü kadın portresi çizen yapımlardı. Hepburn, özellikle bu filmlerde kendinden çok şey katarak bir hayli başarılı oluyordu (Örneğin Alice Adams veya Sylvia Scarlett’teki rolleri).
Tıpkı bu ikinci kategorideki filmler gibi yıllar boyu erkeklere, kurallara ve topluma meydan okuyan kadın görüntüsünü hep korudu. Setlerde yönetmenlere ne yapacaklarını öğretti, en ünlü döneminde ‘sallapati’ kılıklarla gezdi, evliliğe inanmadığını belirterek hiç evlenmedi. Bu didişme yıllar sürdü ama Hollywood sonunda onun kişiliğine, iradesinin gücüne saygı duydu ve onu rahat bıraktı. Ömrünün geri kalan süresince Hollywood’dan hep saygı gördü, hâlâ da görüyor.
Hepburn, 1930’ların sonunda filmlerinin iş yapmaması ve bir kısım basın tarafından dışlanması nedeniyle Hollywood’dan koptu. O da Broadway’a yöneldi. Burada iki yıl boyunca rol aldığı The Philadelphia Story adlı oyunda büyük başarı kazandı. MGM oyunu filme almaya karar verdiğinde, bir sürprizle karşılaştı: Hepburn akıllılık edip oyunun tüm haklarını satın almıştı!.. Böylece film ancak kendisi başrolde oynarsa çekilebilecekti. Ve öyle de oldu. Hepburn, üç erkek arasında duraksayan zengin, şımarık, kaprisli ve çok zeki sosyete kadını rolünü bu kez perdede büşüroylü canlandırdı. Cukor’un filminin başarısı, aynı zamanda Hepburn’e yeniden ve bu kez ebediyen Hollywood kapılarını açmış oluyordu. Bu dönemin en önemli olaylarından biri “Yılın Kadını” filminde Spencer Tracy ile başlayan dostluğu denebilir. Bu beraberlik tam dokuz filmde sürecek ve Tracy’nin ölümüne dek süren emsalsiz bir aşka dönüşecekti. Kate entelektüel, idealist ve hırslıydı. Tracy ise alabildiğine doğal, sade, güçlü ve hoşgörülü. Birliktelikleri tam bir uyum içindeydi.
Spencer Tracy ile birliktelikleri ise o yıllarda, özellikle Cukor imzalı “Adam’s Rib-İki Ateş Arasında” veya “Pat ile Mike” gibi filmlerde kendisini gösterdi. Hepburn ayrıca David Lean’in “Summertime-Venedik Tatili”, Joseph Mankiewicz’in “Suddenly Last Summer-Bir Yaz Macerası”, Sidney Lumet’nin “Long Day’s Journey into the Night-Günden Geceye” gibi filmlerinde yaşlı kızdan anne-teyzeye doğru giden rollerde görülmeye başlar. Üstelik hemen her filminde yeniden Oscar adayı olarak yoluna devam eder. Ünlü yazar Tennessee Williams, onun hakkında şöyle diyecekti: “Diksiyonunun eşsiz güzelliği ve benzersiz berraklığıyla, yazılı metni olduğundan daha iyi gösteriyor. Ayrıca konuştuğu her satırdaki anlamları ve satır aralarını aydınlatan bir zekası ve duyarlılığı var.” Ancak Hepburn hep alçakgönüllüydü: “Oyunculuk öyle önemli bir yetenek gerektirmiyor. Unutmayın ki Shirley Temple dört yaşında ünlü bir oyuncuydu!”
Yaşlandı sanılan 60’lı yıllarda o da tiyatroya daha çok zaman ayırmaya başladı. Ama sinema onu, o sinemayı bırakmıyordu. 1967 yılında sinemaya dönüşü muhteşem oldu. Stanley Kramer’ın ırk sorunlarına güldürü çerçevesinde yaklaştığı “Guess Who’s Coming to Dinner – Beklenmeyen Misafir” (aynı zamanda Tracy ile son birlikteliğiydi bu) ve ertesi yıl (1968’te), Ortaçağ’daki İngiliz kraliçesi Eleanor of Aquitaine rolünü oynadığı The Lion in Winter-Kış Aslanı filmleriyle iki yıl üst üste Oscar almayı başardı.
Sonra yeniden uzun aralar… 1981 yılında Mark Rydell’in ikna etmesiyle Henry ve Jane Fonda ile birlikte “Altın Gölün Üstünde”filminde rol aldı. Bu çalışma Fonda ile birlikte ona da bir Oscar getirdi. Kate, artık 75 yaşındaydı. Yıllar ilerledikçe Parkinson’un belirtileri olan titremeler gözle görülür hale gelmişti. Ama onun ne kadar güçlü bir oyuncu olduğunu bilenler onu unutmamışlardı. 1994 yılında Warren Beatty’nin isteği üzerine “Love Affair” filminde Beatty’nin yaşlı teyzesi rolüyle son bir kez perdeye döndü. Bu iddiasız filmin en iyi sahneleri, onun göründüğü bölümler olarak hafızalara kazındı.
Belki de 94 yıllık enerjisinin sırrı şu sözlerinde gizli “O zamanlar çok gülerdik!.. Şimdi her şey tören gibi, neşesiz ve tatsız gözüküyor. İnsan gülmeli. Hiçbir matem sonsuza dek süremez.”
NTV Arşiv