11.2 C
İstanbul
Cuma, Kasım 22, 2024
Ana SayfaSöyleşilerMüzikEmre Yavuz: "Sanat, Her Yerde Sanat"

Emre Yavuz: “Sanat, Her Yerde Sanat”

Henüz çok genç yaşına rağmen yurt içi ve yurt dışında birçok başarıya imza atmış yetenekli piyanist Emre Yavuz ile buluşup, geçmiş ve gelecek müzik hayatını konuştuk. Önümüzdeki yıl içinde bizlerle buluşturmak üzere, uzun zamandır hayata geçirmeyi planladığı ilk kayıt projesi için kolları sıvamak üzere olduğundan, bir gününü nasıl geçirdiğine kadar birçok bilgiyi oldukça samimi ve sıcak bir anlatımla paylaştı bizimle…
Yazıyı okurken açıp, fonda Emre Yavuz’dan bir Schubert sonat veya Saint Saens concerto performansı dinlemenizi özellikle tavsiye ederim. Kulaklarınızın pası silinip, içiniz huzur dolarken Emre’nin kendisiyle karşılıklı sohbet etmiş kadar olacaksınız…

– Emre hoş geldin. Her şeyden önce seni tanımaktan ve biraz daha tanıtacak olmaktan çok mutlu olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum röportaja.

 1990 İzmir doğumlusun ve müzik eğitimine 1998 yılında 6660 sayılı “Harika Çocuklar Yasası” denilen yasa kapsamında başladın. Bu yasanın içeriğinden ve “Harika Çocuk” olma yolculuğundan bahseder misin?

Yasa benim hayatımı değiştirdi diyebilirim. Hatta aile olarak bizim. İki emekli ilkokul öğretmeninin açamayacağı yolları mümkün kıldı ki, bu tam olarak yasanın temelinde yatan düşünce olmalı diye düşünüyorum. Yasa aslında yurt dışında eğitimi hedefler ama benim durumumda birçok bürokratik engel ve boşluk vardı ve bu nedenle yurt dışı için bir çözüm bulunana kadar Türkiye’de, Türkiye’de de alınabilecek en iyi temel için Kamuran Gündemir’le çalışmalarımı sürdürmem düşünüldü. Yurt dışı zamanı gelince de hükümet değişikliği nedeniyle birçok şey tamamen imkânsızlaştı; destek kesildi, yasa rafa kalktı. O gün bugündür kanunsuzum.

– Eğitim hayatınla ilgili sorularla gidecek olursak başa çıkamayız gibi geliyor. Çok dolu ve çok önemli isimlerle geçen bir eğitim hayatın var çünkü. Fazıl Say, İbrahim Yazıcı, Karlheinz Kämmerling, Roland Batik gibi isimlerle çalıştın. Ama en önemli detaylardan biri bence, ilk olarak Ankara Devlet konservatuvarında eğitimine  Prof. Kamuran Gündemir’le başladın ve onun son öğrencisi oldun. Bu durum seni ve kariyerini nasıl etkiledi?

Kamuran Hoca bir fenomendi.Verdiği teknik ve müzikal temellerin ne kadar sağlam olduğunu yirmili yaşlarımda anlamaya devam ediyorum halen. Fazıl Say, Muhiddin Dürrüoğlu, Sanem Berkalp ve Emre Elivar gibi piyanist ve eğitimcileri ülkemize hediye etti ve bu büyük bir miras. Korkulan bir hocaydı tabi. Ama ben de dik başlı bir öğrenciydim. Hala öyleyim. Gençlik zamanındaki hocalığı, anlatılanlara göre, benim yaşadığım gibi değilmiş.

– Yurt dışına çıkma sürecine gelelim. Viyana’da çalışmalarına devam etme kararını ne zaman ve nasıl aldın peki? 

Bilkent’te Fazıl Say ve Sanem Berkalp’le çalışırken liseyi bitirip yurt dışına gitmemle ilgili plan Fazıl Hoca tarafından yapıldı. Bu kararı benim almamış ve Viyana’yı benim seçmemiş olmamdan dolayı çok tartışmıştık hatta Fazıl Hoca’yla. İlk zamanlarda da tamamen reddettim Viyana’yı zaten, hiç sevmedim ve hiç mutlu olmadım. Evim ve okulum arasında olmayan hiçbir şeyden ve yerden haberim bile yoktu. Sonra birçok şey değişti. Hannover’e gittim, oraya gidince Viyana’yı sevdim. Sonra Kämmerling ölünce Arie Vardi ile çalışmaya başladım ve beni Hannover’e bağlayan bir şey kalmamış oldu. Vardi hem Hannover hem Tel Aviv’de hoca olduğu için Tel Aviv’e taşındım. Sonra “yok, Viyana iyiydi” deyip ikinci kez Viyana’ya yerleştim ve şu an orada kendimden çok yüksek verim alabildiğim, her şeyi konforuma ve verimliliğime göre ayarladığım, tam istediğim gibi sakin, düzenli ve keyifli bir yaşamım var.

– 6 yaşında yaptığın bestelerin Çaykovksi müzesinde sergilenmesi gidişat hakkında yeterince sinyal vermiş aslında. Ardından yine küçük yaşlardan itibaren bugüne kadar gelen birçok uluslararası ödül ve madalyan söz konusu. Bütün bu güzel gelişmeler yaşanırken seni en heyecanlandıran, benim için en anlamlısıydı diyebileceğin performansın ve ödülün hangisiydi?

Ödüllerin büyüklüğünden ve öneminden bağımsız olarak üç olay benim için özeldi:

1- 2000’de Kırım’da aldığım birincilik. İlk yarışmam, ilk birinciliğim. Kendimi ilk defa uluslararası bir ortamda konumlandırışım, ilk defa duyduğum övgülerin hocalarımın ve yakınlarımın kendi kendilerine gelin güvey olması olmadığını görüşüm.

2- 2012’de Viyana Rosario Marciano birinciliği. Hocam Karl-Heinz Kämmerling, son derslerimizden birinde bu yarışmaya gitmeyi düşündüğümü söylediğimde “eleneceksin ve üzüleceksin. Yine de tecrübe olsun diyorsan ve moral bozukluğunu kaldırabileceksen git.” dediğinde çok üzülmüştüm. Bu üzüntüyü kaldırabiliyorsam yarışmadan elenmeyi de kaldırabilirdim. Kämmerling Nisan’da ders vermeyi kesti, Haziran’da öldü. Üzüntü ve kızgınlık içinde altüst olmuş bir psikolojiyle, öğrenci olarak da aylardır tamamen açıkta bir durumda Ağustos’ta yarışmaya girdim. Yarı finalde son dersimizde çalıştığımız Schubert sonatın bir bölümünü çaldıktan sonra bir süre kendime gelemedim. Benden sonra sahneye çıkacak yarışmacı, kuliste beklerken o turdaki son parçam olan Schubert’i dinlemiş, o kadar etkilenmiş ki hemen üstüne kendisi sahneye çıkınca kafasını toplayamamış, çalarken bırakmış yarışmayı, kalkmış gitmiş. Ben henüz binayı terk etmemişken jüri çıktı, ne oluyoruz dedim. Hem de suratlar çok düşük… Elendim herhalde, öyle tur sonunda trajik ve yavaş bir parça çalarsan böyle olur işte dedim. Yarışma bittikten sonra jüri üyeleri “yarışmayı yarı finalde kazandın” dedi. Kämmerling’in görmesini isterdim, onun için ödül töreninde bir konuşma yapıp bu birinciliği ona armağan ettim.

3- 2015’teki Ankara Ulusal Piyano Yarışması. Türkiye’de yıllardır konser vermediğim, insanların kim olduğumu unuttuğu birkaç yıldan sonra bu durumu değiştirmek ve o yıl içine girdiğim korkunç bunalımdan çıkmak, hayata dönmek ve tekrar varım demek için girmiştim bu yarışmaya. Türkiye’ye tekrar girişim oldu yani bir nevi. Bana getirisi çok büyük oldu.

– Türkiye demişken… Yurt içindeki konserlere katılım oranı nasıl? Memnun musun? 

Türkiye’deki konserlerimde büyük bir ilgi, angaje bir dinleyici ve her yıl daha güzel, daha kaliteli konserler yapmak isteyen organizatörler görüyorum. Eskişehir, Ankara müthiş. Konya Akşehir’de Kasım’da Rahmaninov turnesi kapsamında iki resital oldu. Büyük şehirlerde bile çift konser risklidir. Akşehir’de biri bir gıda fabrikasında, baya iş makinelerinin içinde olmak üzere iki gün üst üste konsere harika bir katılım vardı. Demek ki biz bu işi yapmaya her türlü niyetliyiz, salon olmazsa fabrikada, Ankara’dan kamyonla piyano getirerek yaparız, sandalyeler de pekâlâ dolar. Çünkü yapılan iş iyi. Bir şeyi bir kere, ama layıkıyla, sulandırmadan, “halka iniyoruz” diye banalleştirmeden yapmak, bu işi yapmaya engel olan şartları bağıra bağıra yıllarca eleştirmeye bedel, eleştiri haklı bile olsa. Yaparsan olur, yani en azından olabilir. Yapmazsan olmayacağı kesin. “Halk” da hiç öyle inilecek bir şey değil zaten. Bu “halka ulaşmak”, bence işini disiplinli bir şekilde, emek vererek, kalite kaygısı güderek yapmaya tapası sıkmayan, kendilerini de halka inerek büyük bir yüce gönüllülük örneği sergileyen figürler olarak görmek isteyen, bu övgü ve takdir için büyük açlık duyan, özünde tembel insanların uydurduğu bir şey. Politikada da böyle. Türkiye’nin neresine gitseniz, iyi yapılan, iyi anlatılan ve anlamsal olarak içini doldurabildiğiniz işler, ağır konserler bile olsa, karşılık buluyor. İzmir hariç. Bu konuda utanılacak kadar geri kalmış ve elindeki inanılmaz potansiyeli olabilecek en kötü şekilde heba eden bir şehir, şehrim, ne yazık ki. Bazı özel girişimler ve bazı ilçe belediyeleri de olmasa tam bir akıl tutulması ve basitlik hâkim koca “modern” İzmir’de. Yazık.

 – 15. Viyana Uluslararası Piyano Yarışması birinciliği ve Schubert Özel Ödülü, 13. Uluslararası Schubert Piyano Yarışması üçüncülüğü ve Kissingen Piyano Olimpiyatları birinciliği benim bildiğim başarılarından bazıları. Yarışmalarla hep ilgili olmuşsun. Hazırlandığın yeni bir yarışma var mı sırada?

Doğrusunu söylemem gerekirse, bilmiyorum. Bugün bütün önemli yarışmalardaki jüri üyelerine sorun, çoğu yarışma fikrine burun büker. Yarışmalara girenlere de sorsanız, yarışmaların fikir olarak çok iyi bir şey olduğunu düşünen genç müzisyen çıkmaz. Yine de böyle bir sektör varlığını sürdürüyor. Yaş olarak yarışma çağında olduğum sürece birçok yarışma vardı kafamda, ben de sevmesem de getirileri için yarışmalara girenlerden biri olarak. Ancak 2017’de arka arkaya birkaç yarışmaya girdikten sonra çalışımda gerçekleşen değişimler ve deformasyonlar hoşuma gitmedi. Bu yarışmaların bana açtığı kapılar tartışılmaz tabi, ama bu şekilde devam etmenin bana zaman kaybettireceğini düşündüm. 2016 ve 2017’deki Schubert konserleri ve Beethoven Turnesi, aslında yarışma hazırlığı olarak planladığım şeylerdi, yarışma programlarımı konserlerde olgunlaştırmak için. Yarışmaların bana etkileri üzerine düşüncelerim değişince resme Rahmaninov turnesi girdi. Bu sefer bir yarışmaya hazırlık olsun diye, kendimi bir jüriye beğendirmek için değil, bir öğrenci olarak da değil, yetişkin ve profesyonel bir müzisyen olarak, sadece müzik yapmak için, bir yarışma hedefi koymadan, başka bir şeye hizmet etmeden, sadece müziğimi yapmak istedim ve bu proje oldu. Turneye hazırlık sürecindeki çalışmalarımdan ve konserlerden çok farklı bir haz aldım, kendimi ve emeğimi çok daha anlamlı hissettim. Bunu tattıktan sonra tekrar yarışmalara girmek ister miyim bilmiyorum onun için. Önceden gözüme kestirdiğim yarışmalar var önümüzdeki yıllarda ama dediğim gibi, ben henüz kararsızım. Son girdiğim yarışmada büyük sağlık sorunları yaşamıştım ve her şey olabildiğince ters gitmişti. Son yarışmamı kazanmak isterdim, belki sadece bu nedenle tekrar düşünebilirim. Ama bence önce yıllardır ertelediğim kayıt projesini artık hayata geçirmeliyim.

– En merak ettiğim sorulardan birine gelmek istiyorum. Bu yıl içinde çok sevdiğimiz Meltem Cumbul’la bir proje kapsamında bir araya geldiniz ve beraber sahne alıyorsunuz. Bu buluşma nasıl oldu?

Aslında Meltem ile ilk konserimizi 2017’de New York’ta verdik. Chopin’in prelüdleri ve o zamanki sevgilisi George Sand’ın yazılarından oluşan bu proje, aslında fikir olarak Ece İdil’in Meltem’e önerdiği ve onun da Burak Fidan’la beraber oluşturduğu, çok etkileyici ve düşündürücü bir eser. Meltem daha önce başka piyanistlerle de yapmıştı bunu, yani ben onun daveti üzerine sonradan dâhil oldum ve başka yerlerde de yaptık bu konseri.

– Edebi eleştiri, toplumsal cinsiyet rolleri ve kadın hakları savunucusu olarak ve elbette Frederic Chopin’le aşkları ile 19. yüzyılın en dikkat çekici ismi George Sand’ı Meltem Cumbul okuyor. Ve senin  Chopin prelüdleri yorumun ile bu aşk ve dostluk ilişkisi üzerine tekrar ışık tutuluyor. Müziğinle eski hikâyeleri gün yüzüne çıkarmayı seviyorsun anladığım kadarıyla…

Ben bir müzisyenden önce, bir müzik dinleyicisiyim. “Nesin?” “Müzikseverim”. Müzisyenlik ondan sonra, piyanistlik ondan da sonra geliyor. Bir müzik dinleyicisi olarak canlı bir konserin arka arkaya çok güzel çalınmış eserlerden fazlası olması gerektiğine inanıyorum. İnsanlara, onlarca farklı kayıttan evlerinde dinleyebilecekleri eserleri, kalkıp konser salonuna gelip bir de benden dinlemeleri için bir neden vermem gerektiğini düşünüyorum. Anlatmak ve paylaşmak temel işlevler haline geliyor böylece. Kendi projelerimde çok daha soyut bir yol izliyorum tabi,  “programlı müzik” değil çünkü yapmaya çalıştığım şey. Bir konserin en başında dinleyicimi nasıl bir ruh halinde teslim alıyorum, onlara bir konser boyunca neler yaşatıyorum ve nerede bırakıyorum, bütün olay bu.

– Yine çok sorulduğunu tahmin ettiğim ama sormazsam olmaz bir soru; Klasik müzik sanatçısı olmanın insanlarda bıraktığı bir izlenim var. Başka hiçbir popüler kültüre yakın olamazmışsın gibi değil mi? Peki gerçekten öyle mi? Yoksa başka tarzlarda müzik dinlemeyi de seviyor musun?

Klasik müzik sanatçısı olmanın insanlarda bıraktığı izlenimde izlenimi edinen kadar bırakanın da payı var. Kokmaz bulaşmaz, ters bir şey söylemez, müstehcen espri yapmaz, hep çok saygılı ve efendi, fildişi kulede yaşayan yüce ruhlu sanatçı kaftanını toplum dikiyor, ama bizimkiler de giyiyor. Hoşlarına gidiyor muhtemelen ve birçok konuda işlerini kolaylaştırıyor. Ben bunu yapabilecek biri de değilim, böyle davranmam beklentisini oluşturmuyorum, bu konuda da son derece şeffafım. Şu an size Hannover’den bir otel odasından yazıyorum. Sabah Hamburg’da bir otelde uyandım, kahve içtim, konser kıyafetlerimi ütüledim (kötü oldu), kahve içtim, saçımı sakalımı düzelttim, kahve içtim, çalacağım eserlere yoğunlaştım, kahve içtim, konser verdim, hemen trene atlayıp Hannover’e geldim çünkü başka bir eserin provasını yapmam gerekiyordu (trende eseri dinleyerek çalıştım), otele bavulumu bıraktım, kahve içtim, çantamdan Rahmaninov notalarını çıkarıp diğer eseri koydum ve okula provaya gittim. Okul kapandığı için provayı bitirmek zorunda kaldık ve ben sonunda bitkin ve kafam kazan bir halde odama geldim. Siz benim yerimde olsanız böyle bir günün sonunda açıp Beethoven’ın son sonatlarını dinler miydiniz? Ben de dinlemiyorum. Şu an Radiohead çalıyor. Sonra da South Park izleyeceğim, zaten bölüm bitmeden uyurum bence. Yarın sporda Rammstein iyi gider.

 – Türkiye’de beğendiğin isimler kimler?

Herkeste beğenecek bir şey vardır, beğenecek şey varsa öğrenecek şey de vardır. Aslında öğrenecek şey, her şeyde bulunur. Benden küçük, benden büyük, birçok müzisyen çok güzel şeyler yapıyor ve ben hepsinden öğreniyorum. Mesela Kamuran Hocamın yıllarca beynime işlediği “şarkı söyler gibi çalma” olayının tam nasıl bir şey olduğunu Gülsin Onay’ın bir Mozart konserinde çakmıştım. Onun çalışındaki tatlılığı çok seviyorum. Zamanında ben Bilkent’te lisedeyken hiç yıldızımız barışmamış olmasına rağmen Emre Şen’in de dünya standartlarında bir müzisyen olduğunu düşünüyorum. Öyle Beethoven konçertolar, Scarlattiler falan pek duyamıyoruz Türkiye’de. Keza Hüseyin Sermet büyük bir usta, onun tınılarla yapabildiklerini yapabilen çok az insan var. Ama onda da bir repertuvar sıkıntısı var ve yaptığı işten çok da zevk almıyor bence, e zevk almayınca da duyuluyor tabi bu.

– Her yılı bir besteciye ayırdığını görüyorum. 2016’da Schubert 2017 Beethoven konseptli konserler yaptın. 2018’de Rahmaninov turnesi dedin. Bu böyle seriler şeklinde devam edecek mi? Bir sonraki besteci kim olur?

Solist kariyeri yapan her müzisyenin sıkıntısı, yirmili yaşlarda özellikle konserler arttıkça yeni repertuvar çalışılamamanın getirdiği, az önce de bahsettiğim repertuvar sıkıntısı. Çoğu büyük piyanist aşağı yukarı yirmi beşine kadar ne repertuvar çalıştıysa hayatı boyunca büyük ölçüde onu çalar. Bunun benim başıma gelmesini istemiyorum. Yenilenmeyi ve öğrenmeyi bırakmak istemiyorum, onun için bu rehavete kapılmamak adına şu an bile yoğun bir uğraşla yeni eserler çalışıyorum. Konseptlerle çalışmayı seviyorum, yani bir dönem sadece belli bir konsept çerçevesinde aktif olmayı. Bu temel fikirler olmadı mı bu iş çok endüstriyel bir hal alıyor. Rahmaninov turnesi bu sezonu kapatacak. Bu arada önümüzdeki yıl için tam gaz hazırlık yapıyorum. Alman, Avusturyalı ve Rus bestecilerle epey haşır neşir oldum. Artık başka tını evrenlerinin de vakti geldi. Okuyorum, çalışıyorum, izliyorum, dinliyorum. Muhtemelen seneye bir besteci odaklı bir turne olmayacak. Biraz daha farklı bir model var aklımda. Pişince haber veririm.

Rachmaninoff Prelude Op. 23 No. 3 in D Minor - Emre Yavuz

Şeyma Şener
RELATED ARTICLES
Abone Olun
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Most Popular