Okumaya başladığınız bu araştırma metninin konusu; yirminci yüzyılda ortaya çıkmış olan ekspresyonizm/dışavurumculuk sanat akımını, doğuş sebeplerini ve eserleri ile sanatçılarını incelemektedir.
Bu akımın sanatçıları geneli itibariyle on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyıl içerisinde yaşamlarını sürdürmüşler ve peş peşe yaşanan savaşlar, trajediler ve sosyal, siyasi, ekonomik değişimlerin içerisinde kalmışlardır. Dolayısıyla gazetecilik ve haber almanın geliştiği bir dönemde gözlerinin önüne serilen dünya hal ve gidişi sanatçıları manen etkilemiştir. Burada ‘sanatçılar sadece dünya halinden edindikleri duyguları tabloya aktarmışlardır’ gibi bir yorumla söz konusu akımı sığlaştırmak yanlış olur. Çünkü her sanatçı sosyal ve aile ilişkilerinde edindikleri psikolojinin de yansıması inceleyeceğimiz tablolarda mevcuttur.
Ekspresyonizm esas itibari ile Almanya’da yaşam süren milliyetçi sanatçılar tarafından ülkelerinin sanat alanında geri kalmasını engellemek adına Die Brücke/Köprü(Ernst Ludwig Kirchner, Emil Nolde, Erich Heckel vb.) ve Der Blau Reiter/Mavi Atlı(Franz Marc vb.) isimli grupların kurulması ile kendini göstermeye başlamıştır diyebiliriz. Bir araya toplanan sanatçılar Avrupa’nın sömürgelerine seyahatler de düzenlemişler ve karşılaştıkları egzotik görüntü, doğa-insan uyumuyla mükemmeliyetçilik peşinde koşmayı bırakıp duygularını ortaya koydukları, hatta ek olarak sembol ve simgelerle esrarengiz fakat eğlenceli eserler vermişlerdir. Bu akımda sanatçılar artık sadece ve sadece kendi duygu ve hislerini yansıtmayı amaçlamışlardır. Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü ve kendi melankolilerini belirtmişlerdir. Edward Munch hiç kuşkusuz akla gelecek ilk sanatçı olacaktır. Çünkü onun ‘Çığlık’ ve ‘Kaygı’ isimli tablosuna bakan herhangi bir insan bile tablodaki sıkışmışlık, endişe ve kaygı hissiyatını bizzat kendi ruhunda hisseder.
Eserlerinde özellikle sembollerle simgeler üzerinden adaletsizlik ve melankoliyi, duygularını en iyi yansıtan sanatçı hiç kuşkusuz James Ensor’dur. Çocukluğunda ailesinin maskelerle dolu hediyelik eşya dükkanı olması ve babasının kalburüstü bir ailenin üyesi tarafından öldürülmesinin ardından yaşanılan adaletsizliğiyle genel hayata karşı melankolisini iskelet ve kurukafa imgeleriyle bezeli tablolarında rahatlıkla fark edebiliriz. Bunun en bariz örneği; ‘Ölüm ve Maskeler’ adlı tablosunda yer alan beyazlar içerisindeki kurukafa ve elinde tutuğu mumdur. Burada ve daha başka eserlerinde zamanın akıp geçtiğini, saflık ve adaletin yara aldığını belirtilmiştir. ‘İskelet Ressam’ isimli tablosunda ise arka planı berrak ve açık renkle bezeli olan eserde ressamın kafası kurukafa şeklindedir ancak buna karşılık oda canlı renklerle beraber yaptığı tablolarla doludur. Sanatçı anlaşılacağı üzere sanatçının ölümlü ancak eserlerinin ölümsüz olduğuna vurgu yapmıştır.
Ernst Ludwig Kirchner, Moritzburg’a arkadaşı Erich Heckel ile beraber gerçekleştirdiği seyahatin sonunda ‘Moritzburg’da Yıkananlar’ adlı eseri ortaya çıkarmıştır. Doğa ve insanı konu alan tabloda fark edebileceğiniz üzere hiçbir mükemmel vücut veyahut altın oran tutturma gayesi yoktur. Eserdeki canlılar doğa ile uyumludur. Arkadaşı ve aynı gruptan olan Erich Heckel’in ‘Ormandaki Havuz’ adlı eseri de bu açıdan önemlidir. İkisi de canlı ve sıcak renkler kullanmıştır. Franz Marc ise mavi renge duyduğu sevgi ve doğanın kendi içindeki yansımasını resmederek ortaya koyduğu içinde sembol barındıran ‘The Tower of Blue Horses’ tablosu da önemlidir.
Bu akıma mensup olan sanatçıların çoğu dönemin Nazi yönetimi tarafından ‘yoz sanat/sanatçı’ damgası yemiş ve ülkeden kaçmak durumunda kalmıştır. Bunda Hitler’in sanat akademisinden defalarca kabul alamaması etkili olmuş mudur bilemiyoruz. Ancak bu hikayenin sonu ‘….eh işte mutlu bitti.’ diyebiliriz. Çünkü savaş sonrası hezimete uğrayan ve yıkılan Nazi idaresi sonrasında pek çok sanatçı Almanya’ya dönmüş ve akademide görev almıştır. Emil Nolde buna örnektir. Ancak sonu iyi olmayan sanatkarlar da vardır. Yoz sanat veya sanatçı damgası yiyen Kirchner, Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nden atılması sebebiyle bunalıma girer ve 1938 yılında intihar eder.
Ekspresyonizm’in Türkiye’de yer bulması daha doğrusu bu akımda eser üretilebilmesi, yaklaşık olarak yirminci yüzyılın son çeyreğini buldu diyebiliriz. Bedri Baykam eserlerinde Kemalizm, erotizm, aşk ve tutkunun ön planda olduğu eserler verirken, Mehmet Güleryüz genel itibariyle arzu-aşk-tutku ekseninde eserler verdi. Güleryüz özellikle vals ve tango gibi dans figürlerini tablolarında yansıttı.
Ekspresyonizm akımının tek alanı resim değildir. Mimari açıdan da rağbet görmüş bu akımın en iyi temsilcisi Frank Gehry idi. ‘Vitra Designe Museum’, ‘Weisman Sanat Müzesi’ vb. diğer pek çok yapıtı sanki fırça darbeleri ile yapılmış gibidir. Yapıtlar, sahibinin ruhunu geometrik cisim ve sembollerle yansıtmaktadır.
Napolyon istilası dolayısıyla Alman kültürünün yok olacağından endişe eden Grimm Kardeşler’in ülkenin köy ve kasabalarını dolaşarak insanların anlattıkları masalları, hikayeleri kaydederek Alman kültürünü muhafaza etmeye çalışmaları gibi milliyetçi bir anlayışla yola çıkan Alman ressamlar, kimimizin ekspresyonizm kimimizin dışavurumculuk olarak adlandırdığı bu öneli sanat akımını ortaya atmıştır. Zamanla pek çok farklı eserlerin ortaya konulduğu ekspresyonizm, bugün sanat tarihi alanının üzerinde durduğu ve muhtemelen sonsuza kadar üzerine konuşulacak, değer görecek bir akım olmuştur.
Faruk Büyüktanır
Ekspresyonizm’in doğumunu ve sanat tarihi içindeki yerini doğru bir şekilde irdelemişsiniz, tebrikler.