İnsan kendisini doğurur mu?
Doğurur. Öylesine uzaklaşır ki benliğinden ve öylesine tanımıyordur ki artık dönüştüğü kişiyi, tutar yeni baştan doğurur kendisini. Özene bezene donatır sözlüğünü yeni cümlelerle, değiştirir tüm karşılıklarını isimlerin rehberinde fakat geri yükler en sevdiği sokakların adresini en sevdiği şarkı ile. En sevdiği mevsimin en sevdiği gününü seçer kendisine ve o günde kutlar zaferini her sene. Gün doğmadan kendi içinde neler doğurabildiğini gördüğü an duyulur içindeki dünyaya atılan ilk çığlık gözyaşları eşliğinde.
İnsan kendisinden korkar mı?
Korkar. Mutluluğuna gölge düşürdükçe zaman, öfkeler biriktirmeye başlar kalbinde. Bazen yaptıkları yüzünden, bazen yapacağını düşündüklerinden ve bazense yapabileceklerinin tedirginliğinden korkar. Yalnızca kendi gözlerinin içinden okuyabildiği cümleleri hissettikçe bedeninde ve sesi yükseldikçe içindeki öfkenin, karanlıktan kaçmaya başlar. Sonunda yine kendi kendisini kovalayıp durduğu bir çıkmaz içinde kaybolur, sokaktaki karanlıklar da içine dolar. Korkusunun içinde biriken ecele faydası olduğunu gördüğü gün rahatlar.
İnsan kendisini aldatır mı?
Aldatır. Kendi kendisini uğrattığı hayal kırıklığı ile yüzleşmemek için, acıdan içini sızlatmamak ve gerçeklerin kapısına dayanma süresini uzatabilmek için en başarılı oyununu oynar kendisine. En güzel kıyafetleri içinde, en iyi makyajı yüzünde ve en sevdiği yalan dilindeyken, görüp görebileceği en sahte gülüşü eşlik eder final sahnesine. Yalanlarının mumu yatsıda söndüğünde bırakıverir kendini olduğu yere ve gurur duyar aldatmayı başarabildiği kendisiyle.
İnsan kendisine hüzünlenir mi?
Hüzünlenir. Bazen içindeki kimsesiz çocuğu koruyamadığı için, bazense hayallerindeki dünyanın tehlikelerini kendisinin yarattığını fark edince üzülür. En çok da kendine, kendi çaresizliğine hüzünlenir. Başkalarına hissettiği kırgınlık, insanın kendisine yaşattığı hayal kırıklığı yanında nedir ki? Mutsuzluklara, umutsuzluklara, yaşanmışlıklara ve yaşanmamışlıklara, kendisini en canlı hissettiren o keskin acıya karşı koyamaz ve en çok kendine ağlar insan. Yağmurlu bir günde gözlerinde şimşekler çakar ve yangınlar başlar yüreğinde kendi hüzünlerinden. Ateş olmayan hüzünlerinden duman çıkmayacağını bildiği için en çok kendisini zehirler biriktirdiği üzüntülerden.
İnsan kendisini özler mi?
Özler. Öyle hasret kalır ki kendisine, aynadan sıyrılıp kollarına atlamak ister ama yapamaz. Bu yüzden insan en çok kendini özlediğinde sarılır etrafındakilere ve en çok kendini bulduğunda öfkelenir sevdiklerine. Konuştukça konuşur iç sesiyle ve ne zaman başarabilirse içinden geçenleri kendi sesinden duyabilmeyi, işte o an kavuşur tüm o zaman boyu beklediğine. Ağzından çıkanı kulağı duyduğunda huzura kavuşur insan eğer ağzından çıkan yüreğinden geçen ise.
İnsan kendisini kıskanır mı?
Kıskanır. İnanamadığı kadar güzelse bazı geçmiş anılar, kimsenin hayal edemeyeceği kadar şanslıysa hayatındaki bazı insanlar ve biliyorsa ne olursa olsun o anların tekrarlanamayacağını, o geçmiş anılardan birindeki genç halini kıskanır insan. Bir daha o insan olamayacağı için, yıldızlar bir daha o geceki gibi konumlanmayacağı için, o an açan çiçek bir daha açamayacağı ve o denizin dalgası kıyıya bir daha öyle vuramayacağı için bu anların tek şahidi olan hafızasını kıskanır. Dağdan gelen anıların bağdakini kovduğunu fark ettiğinde ise pes eder ve geçmişini olduğu yere bırakır.
İnsan kendisini affeder mi?
Affeder. Defalarca affettikten sonra olur olmadık insanları, işine gelmeyen hataları ve telafisi olmayan yalanları, sonunda dayanamaz ve barışır kendisiyle de. Hasret kaldığı yılları bir bir yatırır da dizine, dokunamaz saçlarına. İnsan kendisini affettiği için yine en çok kendisine kızar çünkü. Bazen yaptıklarını göz ardı edebildiğine inanamaz, bazense kendisini bağrına basabilmişken kabul edemediği onca özrü hatırlayıp yutkunamaz. Affetmek büyüklüktür dediklerinde, büyüttüklerinin nasıl da boyunu aştığını gösterir insan, dayanamaz.
İnsan kendisini terk eder mi?
Eder. Önce en kolay yola başvurur ve unutmayı dener yaşadığı onca şeyi. Sıfırlayamadığı hafızasıyla verdiği savaşı kaybedeceğini anladığı an vazgeçer kendisinden, bu daha cazip gelir çünkü. Bir sürü bahanesi vardır uğruna birçok şeyi feda edebileceği ama önce kendisinden vazgeçer ve pes eder nereye varacağını bilmediği yolda koşmaktan. Çok geç fark eder insan kendisinden onca zaman uzaklaştığını ve artık geri dönebileceği bir mesafe olmadığını. Bulunduğu adresi ezberler ve kendisini en son bıraktığı yerde öylece terk eder. Gidip de gelmemek kolaydır önce, ne yaptığını anlar insan gelip de terk ettiklerini göremeyince.
İnsan kendisini öldürür mü?
Öldürür. Ya farkında olmadan nefes almayı bırakmıştır ya da aldığı nefesi artık ciğerleri taşıyamıyordur. Öldürdüğünü fark etmese de öylesine derinlere gömer ki kendisini, üstüne attığı her toprak biraz daha karışır kanına. Kendi toprağına en güzel çiçekleri eker ilk defa çünkü artık gönül penceresi orası olmuştur, kendi güneşi vuruyordur oraya. Taşıdığı cesedi günlerce kussa dahi atamaz içinden, yer etmiştir artık tarif edemediği duygularında. Bana karada ölüm yok dediği an anlar insan, sımsıkı sarılmış yatıyordur ölüm döşeğinin koynunda.
İnsan kendisini tekrar doğurur mu?
Doğurur çünkü kendi elleriyle öldürmüştür. Önce doğurur sonra yapabileceklerinden korkar ve korktuklarıyla yüzleşmemek için aldatır kendisini. Düştüğü durumu fark edince hüzünlenir, elinden bir şey gelmeyince özler eski hallerini ve düşündükçe o günlerini kıskanır deli gibi. Önce duyduğu öfkeyle baş edemeyeceği için affeder, sonra taşıdığı yükü kaldıramayacağını anladığı an apar topar terk eder kendisini. Elinde kalan hafızası da işe yaramamaya başlayıp aldığı nefes yetmeyince ciğerlerine, söndürür nefesini. Altı kere doğuruyorsa, beş kere öldürür insan kendisini sırf yeniden başlatabilmek için benliğini. Fakat tam o an gelip, bu sondu dediği zaman durur, çünkü altıncı ölüm sevdiklerine ait olur. İşte o an insan, ilk defa beklemediği yerinden vurulur. Ve kim bilir bir daha ne zaman kendisini doğurur.
Gizay Tabanlıoğlu