Tiyatro, film ve belgesellere yaptığı bestelerle tanınan santurzen Sedat Anar’la geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından yayımlanan “Bir Müzisyenin Arayışı” adlı kitabı, müziği ve santur üzerine konuştuk.
– “Bir Müzisyenin Arayışı” müzik yolculuğunuzu anlattığınız kitabınız Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Nasıl bir çocukluk geçirdiğinizi merak ediyorum. Çocukluğunuza ait hatırladığınız tınılar neler?
Sedat Anar: Benim sessizliği keşfetmem işitme engelli kuzenim Sarya sayesinde oldu. Çocukken acımasızdık. Engelli arkadaşlarımızla dalga geçerdik. Çocuk aklı işte. Farkında değildik. Ama Sarya akrabam olduğu için onun sesleri duymamasıyla dalga geçenlerle kavga ederdim. Sesleri duymasa bile belki hisseder diye köy düğünlerinde oynardım Sarya ile. Tenekelerden davul yapıp zıplayarak çalardım onun için. Böylelikle Sarya daha 8-9 yaşlarımda bana sessizliği öğretti. Köyde doğup büyüdüğüm için hayvanları otlatmaya gittiğimde kuşların uçuşunu, yağmurun yağışını, otalattığım hayvanların çıkardığı sesleri, sabahın sessizliğini, gündüzün ve gecenin sesini ve daha birçok ses ve sessizliği Sarya sayesinde keşfettim. Ona çok şey borçluyum. Seslerden yola çıkarak müziğe varmamı sağlayan kişidir Sarya.
– “Müziği duymak için sessizlik gerekli” diyorsunuz. Gündelik hayatın kaosu bunu güçleştiren bir etmen. Siz müziğin sesini nasıl duyuyorsunuz?
S.A.: Müzik sessizliğin üzerine yapılır zaten. Sessizliği güzel sesler bırakarak (güzellik de öznel bir kavram bu arada) yapılır yani. Ben sekiz sene Ankara sokaklarında müzik yaptım santurumla. Her ne kadar insanlara sokağın sesleri bir gürültü olarak gelse de benim için öyle değildi. Sokağın da bir sessizliği vardır kendi içinde. İnsanların sokakta duyduğu gürültüler sokağın sessizliği içinde yer bulur. Bu yüzden sırf sokağın sessizliği merak ettiğim için gece yarısından sonra sokakta kimsenin olmadığı anlar müzik yaptım. Durdum dinledim sokak boşluğunu. Bambaşka bir şey deneyimledim. Gürültüden bıkmış sokağın sessizliğini hissedebiliyordum. Size garip gelebilir ama sekiz sene boyunca sokakta müzik yapma sürecimde bir gün birisinin gelip bana ‘’Sokağın ritmini bozuyorsun’’ demesini de bekledim. Haklı olurdu bence. Hep şuna dikkat ettim. Sokağın bir ahengi var. Enstrümanınızı hoparlör koyup müzik yaparsanız sokağa işkence çektirirsiniz. Bu yüzden hep akustik çaldım.
– Muammer Ketencoğlu bir konserinde, acıların, hüzünlerin, aşkla dile geldiğini belirtmişti. Paul Klee de müziği sevmenin mutsuzlukla eşdeğer görür. Siz müziğinizi nasıl tanımlarsınız?
S.A.: Muammer Ketencoğlu hocamız elbette doğru söylüyor. Ama müzik sadece hüzün ve acı değildir. Aynı zamanda neşe ve mutluluk hatta bir başkaldırıştır da. Caz bir isyandır ama neşelidir. Reggae dünya düzenindeki tersliği ritmik ve şiirsel bir dille söylemektir. Arabesk acıdır, rap harekettir, pop eğlencedir. Yani tarzına göre değişir müziğin ruhu. Paul Klee’nin “Müziği her şeyden çok sevmek, işte bu mutsuzluktur” cümlesini ‘Bir Müzisyenin Arayışı’ kitabımın girişinde yer vermiştim. Ben mutasavvıf şairlerin şiirlerine besteler yapan birisiyim. Tasavvuf okumaları yaparken (halen de yapıyorum) şunu öğrendim. Bir şeyi gereğinden fazla sevmek nihayetinde insana acı verir. (Tabii burada Allah sevgisinden bahsetmiyorum.) Mesela “müziği hayatımın merkezine koyup onsuz yapamam asla, müzik olmadan yaşayamam’” demem ben. Elbette bir besteci ve icracı olarak müziği seviyorum ama her şeyimi müziğe bağlamam. Edebiyatı da severim. Sinemayı da… Ama ben hislerimi bestelerimle ve icramla insanlara sunarım. Ben önce Hak için müzik yaparım sonra da Halk için müzik yaparım. Bir insan aşık olduğu insanı bile kendinden çok sevmemeli. Çünkü eninde sonunda biter o ilişki. Tüketmek üzerine kurulmamalı hayatlar. Önce insan kendini bilmeli ve tanımalı.
– Yaşayan en önemli yazarlar arasında gösterilen Haruki Murakami de dünyaca ünlü orkestra şefi Seiji Ozawa ile yaptığı konuşmalar kitabında ”Kalbinizle düşünemezseniz, iyi bir romancı olamazsınız” diyor. Bir besteci olarak, edebiyat ile müziğin birbirine yansımasını nasıl yorumlarsınız?
S.A.: Edebiyattan beslenen birisiyim. Bir bibliyofilim ve iyi bir okur olduğumu düşünüyorum. Roman, araştırma- inceleme, günlük ve deneme tarzında kitaplar yazdım. Şiiri çok severim özellikle. Müziğimi besler şiir. Seiji Ozawa yüzlerce orkestra yönetmiş birisidir. O çok büyük bir üstat. Ona ekleyeceğim şey sadece edebiyat ve müzik kalpten çıkmaz. Tüm sanat dallarında bu böyledir. Geçenlerde kardeşim Selahattin Anar ile hang drum ve santur ile Abidin Dino’nun el çizimlerinden feyz alarak ‘Dino’nun Elleri’ diye bir beste yaptık. Bir resimden de etkilenebiliriz. Yine Selahattin ile Ülkü Tamer’in ‘Bana çiçek gönderme bir kuş ağacı gönder’ dizesinden yola çıkarak ‘Kuş Ağacı’ adlı bir beste yaptık. Müzik sadece edebiyat ile değil sanatın tüm dallarıyla iç içedir. Düşünsenize ağlayarak bağırarak dünyaya geliyoruz ama ölüm denen şeyin sessizliği ile veda ediyoruz hayata. Kur’an-ı Kerim’de Kün emriyle yaratılır dünya. Bir sesle yani. Dünyanın sonu da İsrafil meleğin sur sazını üflemesiyle geleceğini yazar Kur’an. Aldığımız nefes, kalbimizin ritmi her şey bir müzikle ve sesle var olur. Bir eşyanın adı vardır. O eşyanın bile bir sesi vardır. Sesler ve sessizlik yani Müzik hayatımızın her zerresinde vardır yani.
– Kitabınızda da yer verdiğiniz, sizin müziğinizi oluşturan sesler, besteler, müzisyenlerden bahseder misiniz?
S.A.: ‘Bir Müzisyenin Arayışı’ kitabımda müzik yolculuğumdaki isimleri, uğrakları anlatmaya çalıştım: Çocukluğunda, işitme engelli kuzenimin sesi ve sessizliği kavramaya çalışmam; yaşadığım köyde, yolumun gitar virtüözü Ahmet Kanneci ile kesişmesi; köydeki öğretmeninin aracılığıyla öğrendiğim, Metin ve Kemal Kahraman kardeşlerin Ferfecir albümü; üniversite okumak için gittiğim Ankara’da santurla tanışmam; sekiz senelik sokak müzisyenliğim; Kemal Dinç, Evrim Demirel, Anouar Brahem, Keith Jarrett, John Cage, Joep Beving, Gürciyev gibi kendi seslerini bulmuş, sıradışı bestecilerle karşılaşmam…kısacası müziğe dair upuzun yolculuğumun hikayesi. Bu kitap on serilik kitabımın ilki bu arada. Devamı gelecek. İkinci kitapta. Doğaçlama üzerine uzun bir denemem var. Arto Tunçboyacıyan, Arvo Part, Sufi Inayat Khan, Wagner, Vecdi Seyhun gibi müzisyenlerin portreleri var. Epey isim var.
– Ankara’da sokak müzisyenliği yaptığınız bir dönem var. Sokak size ne öğretti?
S.A.: Sokak bana en başta şaşırmamayı öğretti. Her şeyle karşılaştım. Haraç isteyip dayak atanlar, polislerde ve zabıtalarda yediğim dayaklar ve santurumu kırmaları, hayatımın sonuna kadar devam edeceğini düşündüğüm dostluklar, profesyonel müziğe geçişime zemin sağlaması, günde onlarca insanla tanışarak insan sarrafı olmak, Herkesin tiksinerek baktığı sokakta yaşayan insanlarla muhabbet edip dost olmak ve daha birçok şey… Merak edenler günlüklerimi yazdığım ‘Sokaknâme- Bir Sokak Müzisyenin kaleminden’ kitabımı okuyabilirler.
– 2016 yılında İstanbul’a taşınma kararı almanızın ardında bir kırılma var mı?
S.A.: 2006 yılında aşık oldum. Aşık olduğum insan İstanbul’da yaşıyordu. Ankara’dan taşındım ve sonrasında evlendik. Eşim Damla’ya çok şey borçluyum. Sokak müzisyeni olmak zordur. Maddi açıdan zor zamanlar yaşarsınız. Eşim Damla beni bir sokak müzisyeni iken hayatına aldı. Zor günler atlattık onunla ama artık meyvesini almaya başladık. İstanbul’a gelmem müzik açısından birçok kapı açtı bana. Profesyonel müziğe geçiş süreci başladı. Salon konserleri, kalan müzik ve ahenk müzik etiketiyle çıkmış olan yaptığım albümler. Yirmiden fazla ülkede yaptığım konserler.. Birçok açıdan uluslararası bir sanatçı olma kapısını da açtı. Mesela Son bir yılda Türkiye’de 40’tan fazla konser verdim. Yurt dışında da Lübnan, Umman, Tanzanya ve Hindistan’da da konser verdim. Bunların başlangıcı sokak oldu hep.
– Tiyatro, belgesel müzikleri de yapıyorsunuz… Yaptığınız işler, yaşam mücadelesinde nerede duruyor?
S.A.: Tiyatro ve belgesel müziklerini en başta maddi durumum için yapıyordum. Konserlerden kazandıklarımla geçinemiyordum Ama sonrasında maddi durumumu düzeltince tiyatro ve belgesel müzikleri yaparken seçici oldum. Artık beğendiğim işleri yapıyorum. Ama asıl hayalim bir film müziği yapmak. Senaryosunu beğendiğim bir film müziği yapmak.
– Bundan on yıl kadar evvel Kuad Galeri’de John Cage’in doğumunun 100. yılı anısına önemli bir sergi açılmıştı. Avangard akımın dünyaca ünlü müzisyenlerinden İlhan Mimaroğlu’nun da esin kaynağı olan John Cage’e kitabınızda geniş yer vermişsiniz. Müzik, her şeyden evvel sestir, diyen Cage sizi nasıl etkiledi?
S.A.: Bence daha fazla spoiler vermeyelim kitaptan. Merak edenler ‘Bir Müzisyenin Arayışı’ kitabımı alıp Anarşist Bir Müzisyen John Cage’in uzunca portresini okuyabilir. ?