Bu söyleşimizde usta bir ressam ve aynı zamanda bir hat sanatçısıyla sohbet etme fırsatı buldum. Osman Yılmazer’in sözlerinden onun başarılı ve çalışkan bir ressam olduğu kadar, yaşam konusunda farkında olmadığımız sırlara bizi estetikle çekip bu sırlara uyandıran manevi bir rehber, ayrıca yaşama ve sanata değer katan yaklaşımlarıyla misyonunu gerçekleştiren görevli bir ruh olduğunu göreceksiniz. İyi okumalar.
– Sohbetimize şu anda sürmekte olan serginiz “Zamansız Zamanlar”dan başlamak istiyorum. Özellikle “An” ismini verdiğiniz eser ve birlikte paylaştığınız yazı zaten size büyük bir merakla söyleşi talebimin sebebi. Sizin için zaman ve an nedir? Bu sergiyle ele aldığınız felsefeden bahseder misiniz?
Osman Yılmazer: Zaman aslında bizi kavrayan, insanlık tarihinden daha eski bir kavram. İnsanlık olarak zamanın oluşumundan sonra bu dünyada var olmaya başladığımız kabul edilir. Dolayısıyla zaman bizi kavrayan, evrende de göreceli olan bir kavram. Sabit bir kavramdan bahsetmiyoruz, konuma göre dünyada bile değişkenlik gösteren, insanın algısında farklı, kainatta da çok göreceli, uzayda da değişken. Aslında çok sabit görmekte ve hissetmekte olduğumuz bir şeyin sabit olmaması üzerine derin bir anlamı, ifadesi olan bir kavram. Zaman, eskiden beri çok ilgimi çekti, resimlerimde ve sanatımda da tekil olarak kullandığım bir kavramdı. Bu sergide de bahsettiğiniz “An” resmi, bu serginin konseptini oluşturdu.
“Zaman akan bir nehir, hayat da nehirden alınan bir avuç su, an bu suyun içindeki damla. Sır da damlanın içinde, sanatçı da o sırrı arayan kişidir.” diyebilirim kendi adıma. Zamanın en küçük parçası an… Zaten dün yok, gelecek belirsiz, bugünde yaşıyoruz. Bugün, anı simgeliyor. Yazıda geçen “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” sözü ise nehir de zaman gibi akan bir şey. Sonuçta hiçbir şey sabit kalmıyor. Günler, aylar, seneler sürekli değişiyor. Resimlerimde ay sembolünü de çok kullanırım, ay takvimi çok ilgimi çeker. Ay ve ay takvimi de çok ezoteriktir, biliyorsunuz ki Sümerlilere dayanır temeli. Güneş takviminde zaman sabittir, örneğin 16 Şubat önümüzdeki yıl da 16 Şubat’tır. Ama ay takvimi sürekli bir devinim seyreder.
– Siz aydan bahsetmişken en çok etkilendiğim resminizdeki imgeleri açalım mı? Dolunayın içinde bir kelebek var. Burada ifade edilen nedir?
O.Y.: Tabii. Resimlerim zaten sembolizm üzerine kurulu, ifade etmek istediğim şeyleri semboller üzerinden anlatırım. Kelebek de malum en az yaşayan ama nadirliği, narinliği ve güzelliği de en çok olan canlılardan birisi. Hem dönüşümü de simgeler, tırtılın kozaya girip kelebeğe dönüşmesi… Bunu da insanın ruhsal yolculuğuyla bağdaştırırım. Dolayısıyla bana hayatın güzelliğini ama aynı zamanda kırılganlığını ve kısalığını da ifade ediyor. O resim üzerinde saat formunda yapmaya çalıştım, saat kadrajı bir nevi. Dört yönde dört zamanı simgeleyen, dört köşesinde an yazıyor. Çevresindeki yeşil yaşamı, hayat ve canlılığı temsil ediyor. Bize verilen hayat süreci içindeki geçirdiğimiz güzelliği anlatmak açısından kelebeği mümkün olduğunca renkli çizdim. Merkezde olması da hayatın merkezde olmasını imgeliyor.
– Gerçekten çok incelikle düşünülmüş, çok derin bir resim. Oldukça yoğun geçen bu serginin çok takdir gördüğüne eminim. Ancak aktarmak istediğiniz anlamı alabiliyorlar mı? Seyircilerin sergiyle ilgili dönüşleri nasıl?
O.Y.: Bu sergi Nevmekan Sahil’de 18 Şubat ile 20 Mart arasında sergilendi. Bu süre içinde hemen hemen her gün buradaydım. 2 katlı bir galeri burası, ilgilenen başka arkadaşlar da var. Onlar genellikle fiyat ve teknik konular üzerinde yardımcı oluyorlar. Resimlerim tabii ki izleyicilerin yorumlarına açık, onların da yorum yapmasını özellikle istiyorum. Fakat benim de ifade etmem veya sorulara cevap vermem gerekiyor. Bu da o resmin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Burada çok insanla temas ettik. Tabi ki onlar bir şey hissediyor, anlamaya çalışıyorlar. Onlar için de bir şeyler ifade ediyor baktıklarında. Fakat onlar bir adım attığında resimle alakalı, ben o adımı biraz daha hızlandırdığımda o resme bakış açıları da değişiyor. O sırada “Çok güzelmiş.” deyip geçeceği resmin içine girmiş oluyorlar.
– Uyanış yaşıyorlar aslında. Biraz önce “An”ı konuşurken resme baktığımda manasını hissettiğim çok sembol vardı ancak anlattığınızda gözden kaçırdığım çok daha ince ve derin manaların farkına vardım. Eseri en iyi yaratıcısı biliyor.
O.Y.: Tabii, sanat zaten şöyledir; biz bir “sanat” eseri üretiyoruz. Aslında o üretilmiş eserin bir güzelliği, estetik değeri var. İnsanlar zaten ilk başta, o eserin estetik değerinden etkileniyorlar. Fakat benim resimlerimde, parantez içinde olan konu “kavrama”. Yani görünmeyenin arkasındaki mana. Dolayısıyla bunu ifade etmek ihtiyacı gerekiyor insanlara. Ben de mümkün olduğunca bunu yaptım sergi boyunca. Çok da güzel dönüşler aldım. Hatta benim sözümün bittiği noktada, insanların benim bitirdiğim yerden devam ettiklerini gördüm. Benim resmimi bana anlattılar. O da çok hoşuma gitti. Bir ipin sökülmesi gibi. İnsanların resmin içine girdiklerini, o kavramı hissettiklerini ve o kavramları yorumlarken kendilerince de yorumlar ürettiklerini görmek de çok mutlu etti beni. Şunu da söylemek lazım, bu bir tepki sergisi de olabilir bir nevi. O kadar yüzeysel bir dönemdeyiz ki, iki boyutlu yaşıyoruz. Her şeye siyah beyaz bakıyoruz, hayatımızdaki griler kayboldu. Benim buradaki misyonum belki bu grileri hayatımıza kazandırmak. Yani arada keskinliği değil de degradenin (geçişin) farkına vardırma. Bunların da var olduğunu, yani görünen arkasında manayı görmeye çalışmak gerektiğini insanlara veriyor olabilirim.
– Unuttuğumuz birçok yaşam değerini sanat eserlerinizde canlandırarak insanlara hissettirdiğiniz, hatırlattığınız açık. Misyon konusu açılmışken şöyle bir ifadeniz var. “Amacım geçmiş medeniyetlerin sembollerini ve hat sanatının kavramsal ve soyut tarafını somut öğelerle birleştirerek geçmişle günümüzü modern bir anlayışla bir araya getirmektir.” Bu misyonla nasıl buluştunuz? Eserleriniz zamanlar ve kültürler arasında, ayrıca madde ve mana arasındaki köprü gibi.
O.Y.: Hat sanatı var ama hat sanatının dışında dediğim gibi kadim uygarlıklar Anadolu, Mezopotamya’da, Göbeklitepe’yi de sayarsanız neredeyse insanlık tarihi kadar tarihi var. İnsanlık tarihi bu topraklarla var oldu. Üniversiteden beri Anadolu’da hemen hemen gezmediğim tarihi bölge kalmadı diyebilirim. Bütün bu kültürleri, medeniyetleri okumak ve birebir görmek, hepsi bir birikim. Bu birikimi matematiksel değil de alt beynime yüklüyorum. Onlar bir şekilde orada duruyorlar ve ne zaman bir kağıtla, tuvalle karşı karşıya gelip çalışmaya başlasam onlar kendiliğinden aktive oluyor. Orada matematiğin dışında bırakıyorum. Şunu şuraya koyayım, bunu buraya gibi bir planlama yapmıyorum, tamamen eseri akışına bırakarak ortaya çıkarıyorum.
– Aslında birçok uygarlık, farklı kültürleri gezip tanıyarak tohum biriktirmişsiniz. Tuval, sizin toprağınız olmuş. Doğru zamanda filizlenip tuvalde bir eser olarak canlanıp varlık kazanıyorlar. Peki, üniversitede tanışmışsınız hat sanatıyla araştırdığım kadarıyla. Sizi hat sanatına özellikle çeken şey nedir?
O.Y.: 1990 yılında üniversiteye girdiğimde 1991 yılında çok değerli bir ressam olan Erol Akyavaş vardı, tabii şimdi rahmetli oldu. Onun hat sanatıyla, tasavvufu, Anadolu kültürlerini bir araya getirdiği bir ekol var. O ekol, benim tüm hayat felsefemi değiştirmiştir. Kendimi o ekolün bir parçası olarak kabul ediyorum. Dolayısıyla o yolda yürümeye çalışıyorum.
90’lı yıllarda İstanbul Sahaflar Çarşısına giderdim. Orada kitap okumayı çok severdim. Amcalarla sohbet ederdik, onların hikayelerini dinlemek çok hoşuma giderdi. Bu birikimler o yıllara da dayanıyor. O yıllarda ülkemizde hat sanatı çok bilinmezdi, alakası da yoktu halkımızın. Ben oradaki yabancılarla çok temas ettim, açıkçası hat sanatını yabancı misafirlerden tanıdım. Fransızlar çok ilgiliydi mesela, oysa o yıllarda bizim ülkemizde pek yayın da yoktu. Hat sanatıyla ilgili bilgi almak istediğimde Sakıp Sabancı’nın hat koleksiyonu vardı, onu alabilmiştim. Onun dışındaki tüm kaynaklar yabancıydı. Ve bu kitaplar kalın, prestij kitaplar diyebileceğimiz nitelikte dolarla satılıyordu. O zamanki öğrencilik durumumda onlara ulaşmam çok zordu.Tabii ülkemizde bu arz talep meselesiydi aynı zamanda, yayınlar da bu meselenin bir parçası. Ülkemizde hat sanatına ilgi yoktu. O kaynaklara çok zor ulaştığımı hatırlıyorum. O dönemde bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmek zorundaydık. Kütüphanelerde araştırırdım. Bu konuda hırslıydım, öğrenmem gerektiğini de düşünüyordum. Rahmetli hat hocamız Ali Alparslan bey vardı güzel sanatlarda, o beni derslerine kabul etti. Birebir onunla çalışma, derslerine katılma fırsatım oldu. Hattın o dönemde matematiksel tarafı da beni çok etkiledi. Harflerin anatomisi, matematiği olduğunu öğrendim. Bu beni çok etkiledi. Bilirsiniz ki bütün kainat matematik üzerine kurulu. Batılı sanatçıların da ifadeleri hep bu yöndeydi. Dolayısıyla hem mistik tarafı da var, matematik tarafı da var. Hat sanatının harfleri, benim gözümde evren tahayyülüdür.
– Açıkçası ben size herkes adına teşekkür etmek isterim. Bize ait olan bir kültürü, ayrıca kadim sanatları bugüne, bugünün sanatına da uyumlu halde geliştirerek taşıdığınız için teşekkür ederim. Sanata değer katmak gerçekte bu olsa gerek. Bunu hakkıyla yapabilen çok ressam görmedim günümüzde.
O.Y.: Böyle düşünmeniz çok mutlu etti, ben de teşekkür ederim. Doğru, bu konuda biraz eksikliğimiz var sanat dünyamızda. Ama bu da sancılı dönemlerden kaynaklanıyor. Modernizm, Avrupa’yla eşdeğer bir şey değildir. Dünyada bir süreçtir aslında. Osmanlı’nın son dönemleri itibariyle bu sürecin biraz gerisinde kaldık. Modernizmi sanatımıza ve yaşantımıza entegre edemedik. Bu kopukluklar biraz bundan kaynaklı. Geçmişte hat sanatı eskiyi ifade ediyordu insanlar için, algı bu taraftaydı. Şimdi ben bunu bambaşka bir noktaya taşımış oldum. İki yüz yıl önce yapılması gereken bugün yapılıyor, diyebiliriz.
– Yavaş yavaş toparlanıyoruz diyelim. Son yıllarda sanat konusunda umutluyum, özellikle gençler tarafından daha çok konuşulmasına ve daha çok sanata katılımcı olduklarına tanık oluyorum.
O.Y.: Evet, Nevmekan Sahil yaşayan bir galeri, aynı zamanda bir kütüphane, tavana kadar kitaplarla dolu. Gençler çok fazla, restoran/cafe tarafı da var. Dolayısıyla çok çeşitli sosyal katmanlardan insanlar geliyor. İlgili de olabiliyor, ilgisiz de olabiliyor. Bu sergiyi örneğin Nişantaşı’nda bir galeride açsaydım oraya direkt sanatla alakalı, bu konularla ilgilenen insanlar gelecekti. Bu aslında monolog gibi olacaktı bir anlamda. Burdaysa o kadar farklı kültürlerden insanlarla bir araya geliyorsunuz ki, henüz bir ilgisi olmayan insanlara ulaşabilmek ve ilgisini çekmek önemli diye düşünüyorum.
– Eğer sanatın toplumda yaygınlaşmasını ve değer görmesini istiyorsak, sanatçıların sadece sanatseverlere değil daha büyük ve ilgisiz görünen kitlelere de değer kaygısı olmadan eserlerini sunabilmeli. Mutlaka etki ve merak uyandıracağını düşünüyorum. Mekan seçimleri önemli bu konuda.
O.Y.: Kesinlikle. Ben normalde her gün çalışan, çizen bir insanım. Sergi boyunca elime fırça değmedi. Buradaki görevi öyle hissettim ki “Evet, ben burada olmalıyım ve insanlarla interaktif temas kurmalıyım.” dedim. Bunun çok güzel bir şey olduğunu anladım.
– Orada ressam olduğunuz kadar mana alemine uyandıran bir rehbersiniz de aslında şu anda.
O.Y.: Doğru, bunu burada birebir yaşıyorum ve çok hoşuma gidiyor açıkçası.
– Yakın zamanda farklı şehirlerde de sergi planlarınız var mı?
O.Y.: İmkan meselesi ve toplumların talebiyle de alakalı bir şey. Buradaki Üsküdar Belediyesi bize her konuda çok destek oldu. Sergileme, lojistik, tanıtım… konusunda bütün imkanları sundular. Kamu kurumları çok önemli, diğer belediyelerde de bunun olması gerek. Kamu kurumları merkezde ve mekanlara hakim alanlar. Bu Bodrum’da da olabilir, Isparta’da da, İzmir’de de, Kütahya’da da mesela. Bölgesi önemli değil ama yerel yönetimlerin bu konuya ilgi göstermesi gerekir diye düşünüyorum.
– İstanbul, bu açıdan daha şanslı bir şehir şu anda ama sanat konusunda diğer şehirlerde de aynı önemin verildiğini söyleyemem.
O.Y.: Kesinlikle öyle. İstanbul, hangi belediyesi olursa olsun, sanatın çekim gücünün farkındalar. Ve bunu bir şekilde insanlara sunmak istiyorlar. Bu anlamda İstanbul’da olmak bir şans, doğru. Anadolu’da birçok şehrin nüfusu bir milyon değildir ama İstanbul’a sadece giren çıkanların sayısı bir buçuk milyonmuş. Dolayısıyla burada bambaşka bir devinim var.
Tabii sanat da biraz yatırım gerektiren bir şey, o anlamda siz ne verirseniz toplum da onu yansıtır size. Dolayısıyla estetik vermek gerek topluma.
Adelina Gençoğlu